22 Mayıs 2012 Salı

ne sen Leyla'sın ne de ben Mecnun


''bir gün gelip dünya sana uymazsa
değiştirmek eğer elden gelmezse
şarkılarım sana miras kalmışsa
yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum''


5 Şubat 2012 Pazar

The Artist

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, The Artist sinema için yeni bir soluk değil. Sessiz sinema dönemini ve dönemin filmlerini kutsayan oldukça başarılı filmler yakın zaman önce karşımıza çıkmıştı. Esteban Sapir imzalı ‘La Antena’ bunların başında geliyor. Ancak sözkonusu bir filmi pazarlamaya gelince, bazı filmler fazlaca şişirilip piyasada yer bulabiliyor kendine.

Esasında eli ayağı düzgün bir film var karşımızda. Hele ki klasik dönem Amerikan sineması hayranıysanız bu filmi sevmemeniz neredeyse imkansız. Zira karşımızdaki film sadece biçim olarak değil, içerik olarak da öncülerinin izinden gidiyor. Sessiz sinema döneminden sesli döneme geçişle beraber yaşanan değişimler tıpkı Stanley Donen ve Gene Kelly imzalı klasik ‘Singin’ in the Rain’de olduğu gibi keyifli bir biçimde yansıyor perdeye. Beri yandan Hollywood’un sıradan bir insanı yıldızlaştırırken, geçiş dönemlerinde yıldızları bir anda nasıl yok ettiğini tıpkı Billy Wilder’ın başyapıtı ‘Sunset Blvd.’ında olduğu gibi eleştiriyor. Ancak filmin geneline Sunset Blvd.’ının karanlık atmosferi yerine Singin in the Rain’in coşkulu atmosferi hakim. Hatta filmin finalinde Valentin ve Miller’ın karşılıklı döktürdükleri dans sahnesi gerçekten de bizi dönemin filmlerinin coşkusunu yaşatmayı başarıyor.

Birkaç kamera hareketini saymazsak teknik olarak da karşımızda sessiz sinema döneminden fırlamış bir film görüyoruz. Filmin geniş ekran yerine tam ekranı tercih etmesi, jeneriğin ya da ara geçişlerin neredeyse birebir dönemin film dokusuyla bütünleşmesi büyük bir avantaja dönüşüyor.

Cannes’da ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülüyle dönen Jean Dujardin ve Berenice Bejo’nun karşılıklı performanslarını başarılı bulurken, John Goodman’a yine her zamanki gibi bayıldığımı söyleyebilirim. Ayrıca uşak rolündeki James Cromwell ve elbette Valentin’in köpeği sahiden de takdiri hak ediyor.

Sessiz sinema tutkunlarının görmekten büyük keyif alacağı bir film var karşımızda. Muhtemelen Hollywood’da buna benzer işler karşımıza çıkmaya devam edecektir. The Artist’i severseniz, La Antena’i kaçırmamanızı tavsiye ederim.

(Oscar'a Doğru 2012 için: Sinema Büyüsü)

3 Ocak 2012 Salı

Koltuk Savaşları

‘The Ides of March’ {Zirveye Giden Yol – 2011} / George Clooney
Karizmatik aktör George Clooney’nin kameraların arkasına oturduğu dördüncü filmi ‘The Ides of March’, Amerika’nın kirli politika oyunlarına eleştirel bir bakış açısı getiren yılın dikkat çekici yapımlarından biri. Muhtemelen birileri yine çıkıp, biz bunları biliyorduk, diyecektir. Yine de dünyanın neresinde olursanız olun, insanların büyük bir çoğunluğu, bir şekilde bir siyasi partiye inanmak zorunda hissediyor. İşte tam da bu noktada The Ides of March, kirli oyunlara bulaşmadan, temiz bir siyasetin imkansız olduğunu vurguluyor. Hele ki işin içerisine iktidar savaşları girince, en saf ve en masumane duyguların bile bu savaş uğruna nasıl harcandığını sert bir üslupla dile getiriyor.

Filmin birbirinden değerli oyuncu kadrosunda son yıllarda yıldızı iyice parlayan Ryan Gosling, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Marisa Tomei ve yönetmen George Clooney gibi isimler var. Oyuncuların performansını son derece başarılı bulduğum filmde, bilhassa Clooney ve Gosling’in performanslarını beğendiğimi söyleyebilirim. Hele ki karşılıklı blöf yaptıkları sahne, filmin gerilm dozajını en üst seviyeye taşıyor.

Amerika’nın 2000’li yıllarında geçen seçim yarışına odaklanan film, başkanlık yarışında her yolu mübah gören insanların çevresinde şekilleniyor. Güç ve iktidar uğruna bir savaş başlatılabilir, yalan söylenebilir, hile yapılabilir hatta ülke iflasa sürüklenebilir. Siyasetin çiğnenmeyecek tek kuralı stajyerlerle beraber olmamaktır. Filmde gördüklerimiz esasında Amerika’da geçse de, sözümona demokrasi ile yönetilen ülkelerde de aynı kirli politik oyunların döndüğü aşikar. Yine de Amerika’nın seçim sitemine yabancı olanların filmi takip etmekte zorluk çekmeleri, son derece zekice yazılmış diyalogları kaçırmaları muhtemel.

Her daim muhalif kimliğiyle tanıdığımız aktör-yönetmen George Clooney’nin ‘Good Night and Good Luck’ta yakaladığı olgun sinema dili, gösterişten uzak bir politik dram izlememize olanak sağlıyor. Film her ne kadar siyasi partilerin iktidar savaşını eleştirse de, Morris gibi adamların bu filmi özellikle seçim yarışlarında, koltuğa yakın olmak için neler yapmaları gerektiğini görmek niyetiyle izleyeceklerinden kuşkum yok.

26 Ağustos 2011 Cuma

Behzat Ç



Yenilmeyen kahramanları, faşizan senaryoları, bizimle alakası olmayan öyküleri ve insanları görmekten o kadar sıkılmıştık ki, midemiz bir tane daha ‘kahramanı’ kaldıramazdı herhalde: Hoş geldin Behzat Ç., seni bekliyorduk.

Solcu kız: Çek ellerini arkadaşımızın üzerinden, çek.
Harun: Ne diyorsun kız sen?
Diğer solcu kız: Kime diyorsun lan sen, şerefsiz? Defol git! Katil faşist!
Harun: Faşist ne lan? Cinayet büro!
Bölüm.1


Esasında bu biraz gecikmeli bir ‘hoş geldin’ oldu. Zira Behzat Ç. neredeyse bir yıl önce merhaba dedi seyircisine. Hatta ‘merhaba’ demekle kalmadı, dizinin müziklerini de icra eden Pilli Bebek’in bir şarkısında söylediği gibi ‘açılsın gözlerin’ diyerek seyircisinin gözlerini sonuna kadar açtı. Ancak ben diziye yakın zaman önce başlayıp ilk sezonu henüz bitirdiğimden hakkında bir şeyler yazmak istedim.

Berberde traş olan vatandaş: Bak bir terörist öldürüldü diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar.
Behzat: La oğlum sen ne biçim konuşuyon la? O da ana baba evladı. Bırak la gazeteyi. BIRAK! Buna dergi verin, dergi okusun.
Bölüm.10



Her şeyden önce son derece cesur bir diziyle karşı karşıyayız. Televizyon kutusunun her daim kahraman ilan ettiği ‘bayrak’ ve ‘vatan’ sevdalısı(!) insanları yerin dibine sokarken, ‘hain’ ve ‘kötü’ olarak lanse edilenlere ise son derece insancıl bir bakışla yaklaşıyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil diyor, tıpkı cinayetlerin ardından akla gelen ilk şüphelilerin değil de bazen en masum görünenlerin katil olabileceği gibi. En nihayetinde 'her katil, katil olmadan önce sıradan bir insandır.' Bizim gördüklerimizin ve okuduklarımızın ardında saklı kalan gerçekleri göstermekten kaçınmıyor. Kentsel dönüşüm adı altında gecekondu yıkımlarını, emniyet içerisindeki kadrolaşmayı, polis işkencelerini, TEM’in ya da Narkotik’in gerçek yüzünü, yargısız infazları ve daha birçok meseleye daha önce televizyon kutusundan bakılmamış bir açıdan bakıyor ve bütün bunları eline yüzüne bulaştırmadan gösteriyor. Dizinin genel yönetmeni Serdar Akar da, sözümona Türkiye’nin gerçeklerini anlattığı öne sürülen faşizan dizi ‘Kurtlar Vadisi’ günlerinin günahını çıkarıyordur muhtemelen.

Taksi Şoförü: Bilseydim, taksi parasını almazdım çocuktan.
Hayalet: Ne diyon lan sen?
Taksi Şoförü: Kusura bakma ama öyle komiserim. Bu vatan hainlerine haddini bildiren birileri olmalı. Saf salak dedim ama yiğit çocukmuş.
Hayalet: Nesin lan sen, haa nesin?
Taksi Şoförü: Biz vatanımızı, bayrağımızı severiz elhamdülillah.
Hayalet: Seversin… Bu taksi ne o zaman? Niye vergi kaçırıyorsun o zaman?
Taksi Şoförü: Ne vergi kaçırması komiserim, ayıp oluyor ama.
Hayalet: Bırak lan. Kaçak değil mi bu taksi?
Bölüm.16



Değerli bir arkadaşım yerli filmlerimizde, bilhassa televizyon dizilerinde bir detaya dikkat çekmişti: Karakterler eve girdiklerinde ayakkabı çıkarmazlar. Behzat Ç.’de karakterlerimiz bir eve girdiklerinde kamera usulca aşağıya kayar ve çıkarılan ayakkabılara şahit oluruz. Muhtemelen dizinin yapımcılarının bilinçli bir biçimde yaptıkları bu hareket, Behzat Ç.’nin diğer yapımlarımız arasındaki farkı anlatan en güzel örneklerden biridir. Öyle ki dizinin başkarakteri saçı sakalına karışmış, telefonlara ‘haaa’ diye cevap veren kaba saba bir adamdır. ‘Kahraman Türk polislerini’ seyretmeye alışmış seyircinin bu durumu kabullenmesi epey zor olsa da, bu dizide gördüklerini gerçek hayatla pekiştirmesi çok da zor olmayacaktır.

Harun: Bunu yapmamız için bir neden söyle. Tek bir neden!
Hayalet: ……Seviyorum kardeş.
Harun: Seviyor… ne güzel… Polis vatandaş el ele, ne güzel ya. Siz öldürün biz saklarız. İyi tamam, peki ne yapacağız?
Hayalet: Kimsesizler mezarlığına gömeriz diye düşündüm. Terörcüler yapıyordu ya.
Harun: Heaaaa! 90’lar, nostalji diyorsun.
Bölüm.15



Dizinin sıkıntıları elbette var. Durmadan çalıp kafa şişiren gereksiz müzikleri bunun başında geliyor. Belki de benim alışkın olmamamdan kaynaklanıyor ama The Sopranos’ta ya da Med Men’de olduğu gibi müzikleri minimal düzeyde kullansalar ne güzel olurdu… Birkaçını saymazsak oyuncular gayet başarılı olduğundan ve verilmek istenen duygu verildiğinden bu kadar müziğe gerek yok bence. Bir de sanırım daha fazla izleyiciye ulaşmak için çekilmiş aksiyon sahneleri var ki son derece gereksiz buluyorum. Emrah Serbes’in eserinde Behzat’ın en yakın arkadaşı ‘Samsun 216’ iken dizide tek bir sigara dahi göremiyoruz. Televizyonda mozaik katliamına takılmaması için gösterilen bu çaba da dizi içerisinde bir dezavantaja dönüşmüş. Ayrıca dizi bölümlerinin süresi epey uzun olduğundan (yaklaşık 1 saat 40 dakika) ve bir sezona koca 38 bölümü sığdırdıklarından birtakım detaylar kaçırılıyor. Bunun yerine bir sezonda 12-15 bölüm çekseler, her bir bölümün üzerinde daha fazla çalışsalar şapkadan tavşan değil fil çıkarmış olacaklar adeta. Zaten dizinin dudak uçuklatan finali göstermektedir ki, dizinin bölümleri ‘Lost’ta olduğu gibi gelişigüzel çekilmemiş. Biraz daha dikkat ve özenle çalışarak ortaya çok daha kaliteli bir iş çıkarabilirlerdi.

Behzat: Ben kötü bir adam mıyım?
Bahar: Sen kötü bir adam değilsin. Sen kötü adam taklidi yapa yapa kötü olmuş birisin. Kötü adamların arasında kalmış, kötü olmuş birisin. Birlikte mutsuz oluruz.
Behzat: Mutsuz olalım. Hep mutlu olunacak diye bir kural yok ki, biz de mutsuz olalım. Olmaz mı?
Bölüm.10



Lüks dairelerde (lüks daire: iki ebeveyn banyosu olan. Bkz. Bölüm.34) değil gecekondularda geçen, yakışıklı ve karizmatik beyefendilerin değil ağzı bozuk ve kaba saba adamların göründüğü, adaletin kazandığı değil adaletin sadece parası ve gücü olan insanları koruduğu; tam da ihtiyacımızın olduğu bir yapım olan Behzat Ç’nin belli başlı karakterlerini tanıyalım.



Behzat Ç. (Erdal Beşikçioğlu): Anakara cinayet büro başkomiseri. Yeni düzene uyum sağlayamamış, gazete okumaya spor sayfasından başlayan, herhangi bir siyasi görüşü olmayan, kendi deyimiyle polis olmasa katil olması muhtemel şahsiyet. ‘Hayat Var’ ve ‘Bal’ gibi filmlerdeki performanslarıyla sevgimizi kazanan Erdal Beşikçioğlu, Emrah Serbes’in neye elini atsa yıkıp geçen karakterini ete kemiğe büründürmüş. Siyah deri ceketiyle, saçı sakalına karışmış Behzat’ın kaybetmişliğini, çaresizliğini Beşikçioğlu’nun yüzünden okuyabilirsiniz.
Özdeşleşenler: -Saçma sapan konuşma la!
-Senin ağzını yüzünü sikerim.


Harun Sinanoğlu (Fatih Artman): Elinden, ağzından yiyeceği eksik olmayan, facebooktaki arkadaş sayısı sıfır olan, kendi deyimiyle adam gibi seven, 1.91 boyunda (zıplayınca 3 oluyormuş) ‘kocaman’ yürekli insan. Çok saf ve patavatsız olduğundan amirinden sürekli azar işitip dayak yese de onun oğlu gibidir. Harun’un derinlerine çok da fazla inilmez çünkü Harun’un derinlerinde de pek bir şey yok. Zaten içinden gelenleri dışavurmaktan da zerre çekinmiyor. Fatih Artman’ın zaman zaman doğaçlamalarla kendinden geçip Harun olduğuna şahit olabilirsiniz.
Özdeşleşenler: -Püsküü, müsküü yok mu?
-Seviyorum merkez!

Hayalet (İnanç Konukçu): Gerçek bir iz sürücü… Neredeyse Ankara’daki tüm mekânları ve insanları tanıyor. Dolaysıyla birini bulmak istiyorsa ne yapıp eder, bulur. 1 Mayıs yürüyüşlerinde halkın arasına karışıp onlarla beraber yürürken, evini yıktırmak istemeyen gecekondu sakinlerinin arasına karışıp eline aldığı taşı güvenlik güçlerine fırlatırken Hayalet’le karşılaşabilirsiniz. Sanmayın ki üstünü değiştirmiyor. Dolabında 15 adet küf rengi gömlek duruyor, biz şahidiz.
Özdeşleşenler: - Başım döndü ya la!

Akbaba (Berkan Şal): Hayalet’in deyimiyle dörtte üçü gizem, geri kalanı da bok olan; adli tıpta olacak kadar kafası çalışan, koklayarak cesedin yerini tespit edebilen, telsizin sesini duyabilmek için müzik dahi dinlemeyen ‘ceset uzmanı’. Akbaba’nın bir hayali bile yoktur. Gözlerini kapadığında ne görüntü vardır ne de ses… Bildiğiniz siyah ekran yani. Berkan Şal zaten fiziksel görüntüsü ile Akbaba karakterine çok şey katmakta.
Özdeşleşenler: -Aga cinayet var!
-Şuursuz şuursuz konuşma la.

Ercüment Çözer (Nejat İşler): Reservoir Dogs’un Mr.Blonde’si gibi polislerin üzerine benzin döküp yakarken Adagio in G Minor’ü, yemek yaparken de Godfather’ın melodisini mırıldanan; aynanın karşısına geçip ‘Bana mı dedin?’ diyerek Taxi Driver’ın Travis’ine atıfta bulunan saygı fetişisti psikopat. Şeyh Bedreddin’in ve Karl Marx’ın saygısızlığın kitabını yazdığını düşünür. Nejat İşler, yerli yapımlarda hiç alışık olmadığımız derecede iyi yazılmış bu psikopat karakteri son derece başarılı bir şekilde canlandırmış.
Özdeşleşenler: -Bana yanlış yapman sorun değil, beni yanlış tanıman sorun.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Kenan Evren’den Demet Akalın’a; Hastalıklı Bir Toplumun Ruhsal Portresi



Bize ne oldu da sevmekten, sevilmekten, hissetmekten korkar olduk? Nasıl oldu da bir gün düşebileceğimizi unutup, düşenlerin üzerine basıp onları ezer olduk? Bize ne oldu da hayattan bu kadar korkar olduk; hayata ve insanlığa karşı bu kadar öfkeli olduk? Bu korkunun kaynağı nedir? Hangi tohumdan, hangi kökten geliyor?

İnan Temelkuran, ‘Bornova Bornova’yla yurdum insanının içerisinde saklı kalmış korkunun ve öfkenin kaynağına iniyor. Günümüz Türkiye’sinin genç kuşağından çeşitli portreleri gözler önüne sererken, dün Amerikan elçisinin arabasının yakıldığı ODTÜ’de McDonalds’ın törenle şube açtığı günümüzde bir önceki kuşağın izlerinin nasıl tamamen silindiğini, 12 Eylül’ün tasarladığı yeni toplumsal yapıyı son derece etkileyici ve çarpıcı bir dille anlatıyor.

‘Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır.’ Kenan Evren / 12-09-1980

Kenan Evren’in yarının teminatı olan gençlerin anarşist olmasını önlemek amacıyla aldığı tedbirler; TRT Genel Müdürü olacak adamları önce birer alkoliğe oradan da camiden çıkmayan muhafazakârlara, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesini başarıyla bitirenleri de mahallenin bakkalına dönüştürmüştür. Korku ve dehşet yıllarını yaşayanların çoğu, o korkunun kendi evlatlarının üzerine sinmemesi için, onları toplumsal meselelerden uzak tutmaya çalışmaktadır. Bugün ebeveynlerin bu tutumunu sevgisizlikle özdeşleştirenlerle karşılaşıyoruz. Esasında onların bu tutumunu anlamaya çalışmak boşa kürek çekmek gibidir. Zira onların yaşadıklarını yaşamadık, gördüklerini görmedik.

Salih herkesten saygı görmek isteyen, kimsesiz çocuklara ‘amin’ karşılığında ekmek veren mahallenin psikopatı. Çocukken her istediği (buna Adidas ayakkabı dâhil) ebeveynleri tarafından karşılanmış. İdeolojik fikirlerden tamamen uzak bir hayatı olsun da nasıl yaşarsa yaşasın diyen, ideolojileri uğruna her şeyini kaybetmiş ailelerin evlatlarından sadece biri. Başa gelen her hükümetin dayattığı sistemin içerisinde, burjuva sınıfının pis işlerini yaparak yolunu bulan Salih, tıpkı sistemin içerisinde yer alan her birey gibi ancak zayıf olanı ezip, elindekileri alarak güçlü olacağına inanıyor. Fare lakaplı Hakan ise aynı sistemin içerisinde her daim kullanılmaya müsait, iyi bir futbolcu olma potansiyeline sahipken kendisine sahip çıkan kimseler olmadığından kısa çöpü çekenlerden. Bu ‘köşe kapmaca’ oyununa benzer: Müzik durduğunda birileri ayakta kalır. İşte bu sebepten ötürü aklı ve yüreği grevlerden yanayken ve bunu halka ulaştırmayan işbirlikçi medyaya inat işçilerin grevini halka duyurmak isteyen ancak müzik durduğunda ayakta kalmak istemeyen felsefeci Murat’ın elinden pornografik dergilere öyküler yazmaktan başka bir şey gelmez.

Bilardo salonu sahnesi, Evren’in deyimiyle yarının teminatı olan gençlerimiz hakkında fazlasıyla ipuçları vermektedir. Sınıf atlama ümidiyle bacaklarını açıp Anadolu lisesi ya da süper lise öğrencilerinden kendilerini kurtarmalarını beklerken ‘ay şu çocuk Jack’e acayip benziyor, bildiğin Jack yani’ diyen meslek lisesi kızlara, ülkücüleri gördüklerinde Che kolyesini gizleyen çocuklara her an her yerde rastlamak mümkün. Aile baskısıyla muhafazakâr olan, gittiği üniversitede arkadaşlarının etkisiyle ateist olan, internette okuduğu birkaç metinle kendini komünist ilan eden, sokaklarda rap müzik yapıp kendilerine anarşist diyen, her defasında mutsuz ve umutsuz olan yeni neslin kafası o kadar çok karışık ki, kafalarını o kadar çok karıştırmışlar ki, hiçbir şeyden hiçbir zaman tam olarak emin olamıyorlar. Elinden düşmeyen cep telefonuyla erkek arkadaşına ‘bebek yoq’ mesajını atan, aynanın karşısına geçip kendine ‘orospu’ diyen, sonrasında kendisine sınıf atlatacak olan erkek arkadaşının kendisiyle sadece gönül eğlendirdiğini anlayan Özlem gibilerinin, her daim kısa çöpü çeken ve Özlemlere ‘hasta’ olan Hakan gibilerini kullanmaktan başka çareleri yoktur. Tıpkı asgari ücretle bir fabrikada çalışıp kendini zehirlemek yerine zengin veletlerini zehirleyip yolunu bulan Salih’in yaptığı gibi…

‘Sevgi korkuyla eşdeğer yürüyor… Bana iki tokat atsaydı, ben dururdum. Boşanmazdık.’ Demet Akalın / Hürriyet – 15-03-2007


Son dönem sinemamızda Darbeye ilişkin çekilen filmlerin başarısızlığının en büyük sebebi, bu meselenin tam olarak anlaşılmamasından kaynaklanıyordu. Darbe 17 bin faili meçhul, 1 milyon 683 bin fişlenme gibi sonu gelmeyen korkunç rakamların yanında günümüzde hala etkisi süren derin bir korku yarattı. Demet Akalın’ın korku hakkında yaptığı zekice çıkarımı, Bornova Bornova’daki nice kafası karışık karakteri hatırlatır. Yanısıra Evren ve yandaşlarının Türkiye halkına giydirmek istedikleri elbiseyi giydirme konusunda amaçlarına ulaştıklarını gösterir.

Tamamı dijital kamerayla çekilen filmin gösterişten tamamen uzak, sade anlatımı burada bir avantaja dönüşmüş ve filmin esas derdini gayet net biçimde anlatmış. Uzun planların ve diyalogların hiç sıkmadan kendini seyrettirmesinin yanında son derece etkileyici flashbackleri filmin en özel anlarını oluşturuyor. Yönetmenin İlk filmi Made in Europe’da da beraber çalıştığı Öner Erkan ve Kadir Çermik, filmin başarılı oyuncu kadrosunun en önemli isimleri. Temelkuran, mahallenin psikopatı Salih karakterini zaten Kadir Çermik’i düşünerek yazmış. Seren Yüce’nin ‘Çoğunluk’uyla beraber son dönemde günümüz gençliğine ayna tutan bu çok özel yapımı hâlâ izlememiş olanlara şiddetle tavsiye edelim.

‘Diyeceğim amme düzeni zaten bozulmuş. Bizden önce bozanlar var. Biz onlardan arta kalanlarla oynuyoruz. Bazen düşürüyoruz bir iki lokma… o zaman da acımam, vururum alırım elinden.’

6 Temmuz 2011 Çarşamba

‘Bin-Jip’ {Boş Ev – 2004} Ki-duk Kim


Son yıllarda Güney Kore sinemasının en etkili yönetmenlerinden biri Kim Ki Duk’tu. Son filmleriyle hayal kırıklığı yaratsa da, 2000’li yılların ilk yarısında birbirinden değerli filmlere imza attı. Bütün sinema kariyerinin en önemli iki filmiyse ‘Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom’ ve ‘Bin Jip’ti.

Bin Jip’i izleyen hemen herkes onun muhteşem bir aşk filmi olduğunu düşünebilir. Kesinlikle yanlış bir tespit değildir bu. Ancak asla sadece bir aşk filmi değildir Bin Jip. Modern zamanların insanlar üzerindeki yıkıcı etkileri, kalabalıklaştıkça yalnızlaşan insan modelleri hakkında oldukça öfkeli bir film. Filmin başkarakteri Tae Suk’un bir modern zamanlar mimarisi olan apartmanları karşısına alıp golf sopasıyla topa sertçe vuruşları gibi yönetmen de Bin Jip’le çok düşünen ama az hisseden, hatta hiç hissetmeyen yabancılaşmış 21.yüzyıl insanlarının midesine sert yumruklar indirir.

Yönetmenin bütün alamet-i farikalarını bu filmde görmek mümkün: Minimal diyaloglar, gerçeküstü yolculuklar, ruhsal büyüme, Budizm felsefesi ve muhteşem fotoğraflar… Bir bakış anlatırsa her şeyi, diyaloglara gerek yoktur ki zaten. Hem aşk ‘tek’ olmak ‘bütün’ olmaksa eğer, bedenlerimiz bir yük değil midir? Bu yükten kurtulabilmek için hepimiz Natacha Atlas’ın esrarlı şarkısı ‘Gafsa’yla beraber kilitlerimizi açacak kişiyi bekliyoruz.

22 Nisan 2010 Perşembe

2000′li Yılların En İyi 20 Filmi




Sinema Büyüsü yazarları son 10 yılın en iyi 20 filmini seçti.

Sinema Büyüsü yazarlarından 7 adet üyenin (Okaliptus80, Milşin, İzlandik, Kadir503, November76, Rashomon, Oscar1895) katılımıyla nihayete eren listemiz, yazarların kişisel 20 filmlik listelerinden derlendi.

Listenin zirvesine açık ara farkla ‘Fa yeung nin wa’ (Aşk Zamanı) yerleşirken, onu ‘Das Leben der Anderen’ (Başkalarının Hayatı), ‘Amores perros’ (Paramparça – Aşklar ve Köpekler) takip etti.

Listenin tamamını görmek için bağlantı adresi:

http://www.sinemabuyusu.com/?p=2448

16 Nisan 2010 Cuma

Sekiz Buçuk'tan Dokuz

Nine {Dokuz – 2009} / Rob Marshall


Sabırsızlıkla beklediğim bir filmdi Nine. Dile kolay, bu kadar güzel kadını ve Daniel Day-Lewis’i bir arada görmenin heyecanıyla oturdum filmin başına. Nicole Kidman, Penélope Cruz, Marion Cotillard, Kate Hudson, Judi Dench ve Sophia Loren!… Daha ne olsun…Gözlerin bayram edeceği kesin. Üstelik senarist geçen yıl kaybettiğimiz Oscar’lı yazar-yönetmen Anthony Minghella. Yönetmen koltuğunda ise başarılı müzikallere imza atmış Rob Marshall.

Adını ilk duyduğumda Fellini’nin Otto e Mezzo’suna gönderme yapacağını ya da devamı niteliğinde olacağını düşünüyordum ki, onun bir çeşit müzikal uyarlamasıymış. İzleyeli uzun zaman oluyor gerçi ama hatırladığım kadarıyla birkaç değişiklikle neredeyse Fellini’nin filminin aynısı.

İtalyan sinemasını kutsayan bu güzeller geçidinin en büyük dezavantajı bestelerin başarısızlığı. Stacy Ferguson’ın seslendirdiği ‘Be Italian’ ve Kate Hudson’ın seslendirdiği ‘Cinema Italiano’ dışındaki şarkılar pek iç açıcı değil.

Filmi izlerken bir kez daha anlıyoruz ki, bu starlar ünlerini sahiden sonuna kadar hak ediyorlar. Sadece güzellikleriyle değil, sahne şovlarıyla ve sesleriyle de büyülüyorlar. Penelope’nin sahneye çıktığı an filmin en güzel iki sahnesinden birine tanıklık etmiş oldum. Bir diğer unutulmaz sahne ise Guido’nun geçmişiyle hesaplaştığı sahnelerden birinde Stacy Ferguson’ın muhteşem sahne performansı.

Herkesin sevebileceği bir film değil ‘Nine’, yazık olmuş onca oyuncuya dedirtiyor. Yine de benim gibi Fellini’nin Otto e Mezzo’sunun hayranları büyük keyifle izleyecektir filmi.

Guido’nun ‘kadınları’ ve geçmişiyle hesaplaşmasının müzikal versiyonunu en azından muhtemelen bir daha hiçbir zaman bir arada göremeyeceğiniz birbirinden güzel kadınları ve muhteşem karizmatik aktör Daniel Day-Lewis için görmelisiniz.

Mary ve Max

Mary and Max (2009) – Adam Elliot


Bazı animasyonlar için sık sık kullanılan yetişkinlere de hitap ediyor, yakıştırması vardır ya, Mary and Max bire bir yetişkinler için çekilmiş bir animasyon. Kasvetli siyah-beyaz şehirler, intihar, alkolik insanlar, içine kapanık karakterler, agorafobi, yalnızlık, psikoterapi gibi ağır konuları işleyen kusurlu karakterlerin, mutsuz karakterlerin filmi. Öyle bir yalnızlık ki, aralarında kırk küsür yaş farkı ve binlerce kilometre olmasına rağmen birbirlerinin en iyi arkadaşı olan ve yaklaşık yirmi yıl süren bir dostluğun öyküsüdür Mary and Max.

Alkolik annesi ve dondurulmuş hayvan takıntılı babasıyla beraber yaşayan küçük Mary, yüzünde doğum lekesi olan içine kapanık bir kız çocuğudur ve Avusturalya kıtasında yaşamaktadır. Bir başka yerdeki çocukların da yine Avusturalya kıtasındaki gibi (bira fıçılarından) doğup doğmadıklarını merak eden Mery eline geçirdiği rehberden rastgele birini seçiyor ve Amerika’lı Max’e bir mektup yazıyor. Henüz internet yok tabii. Yazılan mektuplar gönderen kişinin halet-i ruhiyesini o kadar iyi anlatıyor ki, oranın kokusunu bile almak mümkün. Yahudi asıllı psikolojik problemleri olan ve en az onun kadar yalnızlık çeken Max de ona yazar ve böylece uzun yıllar süren, bazen darılan, bazen barışan bir dostluğun öyküsü başlar.

Hayatın içindeki ayrıntıları ele alış biçimiyle yer yer Amelie’yi hatırlatan; renkleri, siyah ve beyazın tonlarına çok iyi yediren, oldukça başarılı bir görüntü çalışmasına sahip; uzun yıllar sürmüş bir çabanın sonucunda ortaya çıkmış oldukça başarılı bir stop-motion çalışması Mary and Max. Seslendirme kadrosunda Toni Collette, Philip Seymour Hoffman, Eric Bana gibi isimler var.

Yaz Savaşları

Samâ wôzu {Summer Wars – 2009} / Mamoru Hosoda


Dünyadaki hemen herkesin bir hesabının olduğu sanal ortam ‘OZ’un sisteminde çalışan iki delikanlıdan biri olan Kenji, okulun en güzel kızı Natsuki’nin yaz tatilinde büyükannesinin 90.yaş günü davetini geri çeviremiyor. Çevirmek ne kelime, Natsuki öl dese ölür herhalde. Beraber yolculuğa çıkıp Natsuki’nin ailesinin yanına giderler. Natsuki’nin oldukça kalabalık ailesi sadece filmin dünyası için değil, aynı zamanda biz seyirci için de şaşırtıcı bir deneyim oluveriyor. Eski değerlere sımsıkı bağlı, Japon kültür ve geleneklerinin sık sık muhabbetlerinin döndüğü akşam yemekleri, kalabalık banyo seansları gibi deneyimler daima yalnız kalmış Kenji için ve biz seyirciler için tıpkı bir rüya gibi ya da tıpkı bir Miyazaki büyüsü gibi geliyor. Ancak bu masal çok uzun sürmeyecektir. Zira cep telefonları ve internet burada da kendini gösterecektir. Bir gece cep telefonuna gelen ve bin küsür rakamdan oluşan maili cevaplayan Kenji OZ’un sisteminin şifresini çözdüğünün farkında değildir. Alışverişlerden, yaşam biçimlerine kadar tıpkı kişilerin kimlikleri haline gelen kullanıcı hesaplarının bir bir ele geçirilmesiyle bütün dünyada bir kaos meydana gelecektir.

Bir tanıtım filmi gibi ‘OZ’un reklamını yaparak başlayan film, insanların sanal dünyayla olan ilişkilerini masaya yatırıyor. Ancak bunu son derece keyifli, hatta yine sanal ortamdaki aksiyon içerikli oyunlarla anlatmayı seçiyor. Esasında filmde teknolojinin kendisine değil de, teknolojiyi kötüye kullananlara (yani bu filmdeki karşılığı olan Amerikan Ordusu’na) karşı bir eleştiri söz konusu. Kullanıcı hesaplarını çalan yapay zekayı yaratan amcadır. Ancak kimse amcaya bunu hangi amaçla kullanacağını açıklamamıştır. Amca sanırım burada bir bilim adamını simgeliyor. Dünyayı kaosa sürükleyen ve durdurulmazsa eğer yok edecek yapay zeka da ‘nükleer silahları’. Bu arada, filmin arasına serpiştirilen turnuva maçları filmin o anki duygularını son derece başarılı bir biçimde yansıtıyor. Summer Wars gelişen teknoloji ağları karşısında, değer yargılarının ve aile bağlarının gücünü gösteren gayet başarılı bir anime çalışması.

Yeraltı Peygamberi

Un prophète {Yeraltı Peygamberi - 2009} / Jacques Audiard


Un prophète (Yeraltı Peygamberi), son derece iddialı bir film. Yaklaşık iki buçuk saatlik süresiyle hapishane temalı filmler için gerçekten iddialı sayılabilecek bir özveriyle çekilmiş bir yapım.

Arap kökenli Malik’in Fransa’da 6 yıl hapis cezası aldığında henüz 19 yaşındadır. Zayıftır ve korumasızdır. Çeşitli ırkların ve kültürlerin yaşadığı hapishaneye Korsikalı mahkumlar egemendir. Korsikalılar Malik’e bazı görevler verir ve karşılığında onu korumaya başlar. Malik Korsikalıların da gördüğü gibi zayıf ve korumasızdır; ancak onların göremedikleri şey Malik’in son derece akıllı ve gözü pek olmasıdır. Bu pisliğin içinde yaşayabilmek için sonuna kadar pisliğe bulaşması gerektiğinin farkındadır. Herkesi çok iyi idare edecek ve kısa sürede hapishanede önemli bir kişi haline gelecektir.

Bilindik hapishane temalı filmlerde alışık olduğumuz yeni mahkumun ezilmesi gibi klişeleri bu filmde de görüyoruz. Buradaki kahramanımız Malik ezilmeyi de göze alarak basamakları tırmanacak ve hapishanenin geleneğini bozmadan, rüşvetle, cinayetle beraber kendi ticaret yollarını kurup, imparatorluğunu ilan edecektir.

Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü kucaklayan filmin en büyük kusuru bana kalırsa haddinden fazla uzun süren süresi. Malik’in yükselişini daha belirgin ve inandırıcı kılmak adına giriştikleri detaylar sahiden bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Yeraltı Peygamberi karanlık bir dünyaya Jacques Audiard’ın açtığı pencereden bakmak isteyenlere tavsiye edilir.

Ciddi Bir Adam

A Serious Man (Ciddi Bir Adam – 2009)/ Coen Brothers


Coenlerin filmografilerine göz attığımızda olmazsa olmaz dediğimiz en önemli şeylerden biri ‘para’dır. Para uğruna suç işlenir, hayatlar riske atılır, yoldan çıkarır, olayları yokuşa sürükler. Bilindiği gibi para en çok yahudi ırkıyla beraber anlımakta. Coenlerin bol bol Yahudi kültürüyle yoğurup, dini motiflerle harmanladığı son bombası yine bir miktar para etrafında dönmekte. Esasında iki miktar para etrafında dönmekte öykümüz. Larry’nin ve oğlunun habire esas sahiplerine vermek için uğraştıkları; lakin bir türlü amaçlarına ulaşamamalarının öyküsü. Çünkü onlar da yaklaşmakta olan kasırganın içerisine girmek zorundalar. İlk başlarda karşı çıktıkları, savundukları fikirlerden vazgeçip, kasırganın içindekilere ayak uydurmak zorundalar.

Coenlere özgü hemen her şeyi bulabileceğiniz muhteşem giriş sekansı, harikulade bir kısa metraj tadında. Başlarına gelen her şeyi sadelikle karşılamayan bir çiftin evlerine misafir gelen ve son derece normal görünen kötülüğü henüz başlarına iş açmadan kovmalarının aksine, başına gelen her şeyi sadelikle karşılayan bir tür açıklaması olduğunu düşünüp hahamlara giden Larry bilinçaltında patlak veren Coen usulü kabuslarla hayatı cehenneme dönmüş tipik bir Coen karakteridir.

Coenler yarattıkları dünyaya Tanrısal bir bakış atıyor ve seyircinin de aynı bakış açısıyla filmi takip etmelerini istiyor. Onların şapşallıklarına, garipliklerine müdahale edemeden olup biten her şeye katlanarak, onları izleyebilmek…Coenler insan bedenini sonuna kadar kullanıyor, ondan sonuna kadar faydalanıyor. Tırnaklarından , kaşlarından, boynundan, kulaklarından, çorbayı höpürdeterek içen ablalardan, boğazını mesai saatinde temizleyen sekreterlerden, beş metrelik mesafeyi otuz saniyede arşınlayan kilolu insanlardan ve bu garip döngünün içerisinde kendi gariplikleriyle yaşamaya devam edenlerden faydalanıyorlar.

Coenler filmin müzikleri için yine sadık dostları Carter Burwell’le çalışmışlar. Yanı sıra filmde tadından yenmeyen Jefferson Airplane şarkıları var. Hele giriş jeneriğiyle beraber akmaya başlayan Somebody to Love şarkısıyla beraber kameralarını tıpkı bir cerrah gibi kullanarak kulaklıktan aşağıya doğru süzdükleri bir sahne var ki, sonrasında gelen muhteşem geçişlerle bir kurgu harikasını seyircilerine ikram ediyorlar.

Ne yazık ki filmin Oscar’larda pek şansının olacağını zannetmiyorum. Zira akademi Coenlerin bu tür filmlerini pek sevmiyorlar. Barton Fink gibi bir modern zamanlar başyapıtını bile görmezden gelen Akademi’nin bu filmi göreceğini pek zannetmiyorum. Yine de bir ihtimal filmin senaryosunu ve başrol oyuncusu Michael Stuhlbarg’ı görmezden gelemezler belki ve iki adaylık alabilir. Görüntü yönetimi de pırıl pırıldı aslında. Hele ses miksajı ve kurgusu gerçekten görülmeye değer. Bu dallardan da birer adaylık alabilirse, kim bilir belki ‘en iyi film’ ve ‘en iyi yönetmen’ kategorisinden de birer adaylık alabilir. Ne de güzel olur…

Aklı Havada

Up in the Air (Aklı Havada – 2009)/ Jason Reitman


Thank You for Smoking ve Juno ile dikkatleri çeken genç yönetmen Jason Reitman’ın oldukça konuşulan son filmi de dikkate değer yapımlardan. Son yıllarda fazlasıyla gündemi meşgul eden ‘küresel kriz’ birçok insanı işinden etti. Amerika’dan başlayıp bütün dünyayı etkileyen krizin etkilediği insanları işlerinden kovmak da ayrı bir mesele. George Clooney’nin canlandırdığı Ryan karakterinin işi şehirden şehire uçup işine son verilen insanları bundan haberdar etmek ve biraz da motive etmek.

Bütün hayatlarını şirketlerdeki pozisyonları uğruna harcayan işçi sınıfının işten kovulduğunu yıllardır hizmet verdiği patronlarının ağzından değil de, hiç tanımadıkları bir şirket küçültme uzmanının ağzından duymaları zaman zaman haklı tepkilerine hatta intihar tehditlerine sebep olur.

Kapitalizmin samimiyetsizliğinin başarılı bir biçimde yansıtıldığı film aynı zamanda kadın-erkek ilişkileri hakkında da oldukça önemli detaylar sunmakta. Kadınların da erkeklerin de ilişki yaşama konusunda ne istedikleri, neyle karşılaştıkları, yalnızlıkları hakkında gayet samimi sahnelere yer veriyor.

Biçim olarak ilk başlarda bir Fight Club etkisi rahatlıkla hissediliyor. Hayatının neredeyse tamamı havada, otelde, kiralık arabalarda geçen gerçek bir tüketicidir filmin baş karakteri. Fight Club’la olan benzerliği buradan kaynaklanıyor olsa gerek.

Kendi şirketi için çalışmaktadır ve yine kendi şirketi için çalışan insanların işine son vermektedir Ryan. Ne kadar ironik bir durum. Kadınlarla olan ilişkisi de, otellerle ya da kiralık arabalarla olan ilişkisinden çok da farklı değildir. Birden her şeyin değişebileceğini düşünür. Üstelik biz de öyle düşünürüz. Ancak o umut dolu şaşaalı sahnelerin ardından gelen devasa büyüklükteki apartman camından yansıyan yalnızlık bir gölge gibi karşımıza çıkıp, yaşanılanların ancak bir rüya olabileceğini ima ediyor.

Sanırım ”En iyi Film” ve ”En iyi Yönetmen” dalında adaylık alacaktır film. George Clooney yine her zamanki George Clooney. Yani Syriana’daki ya da Good Night and Good Luck’taki şaşırtıcı aktör değil; yakışıklı ve karizmatik Clooney’i izliyoruz. Vera Farmiga da kendisine pek yakışmış. Filmin müziklerden ve şarkılardan da birer adaylık alması muhtemel. Bir de Anna Kendrick’in başarısız ve ürkek Natalie rolüyle ”En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu” adaylığını alacağını tahmin ediyorum. Jason Reitman’ın çektiği diğer filmler gibi bu filmin de senaryosu oldukça güçlü. Haliyle bir de ”En iyi Senaryo” adaylığı alması muhtemel.

Süt'ten Kesilmek

Orijinal Adı: Süt - 2009
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu



Geçen yıl sinemalarımızı iki adet pek de alışılmadık film ziyaret etti. Bunlardan biri Reha Erdem’in Hayat Var’ı, bir diğeriyse Semih Kaplanoğlu’nun Süt’üydü. Hayat Var ‘kadın olma’ ve ‘büyüme’nin derdindeyken, Süt ise ‘erkek olma’ ve ‘büyüme’nin derdindeydi. Ve biz yine şunu anladık ki, ikisi de birbirinden zormuş.

Yusuf’un gençlik dönemine dönüyoruz Süt’le. Askerlik çağı gelmiş ‘Süt’ten kesilmiş bir ‘erkek çocuğu’. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yetişkinliğe geçiş süreci. Bu süreçte şiirlere yer yok, eline bıçak alıp otoriteyi kurmak ve geleceği düşünmek gerekiyor. İşte Yusuf tam da burada zorlanıyor. Annesi bir istasyon şefiyle beraber olmaya başlayınca bu süreç içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kayboluyor âdeta…Yolunu bulmaya çalışan, ancak zorluklarıyla başa çıkmaya korkan bir erkek çocuğunun öyküsünü Kaplanoğlu son derece etkileyici bir dille anlatmış.

Bu filmin iki sekansı var ki gerçekten de sinemamız için gurur verici derecede güçlü sekanslar bunlar. Giriş ve kapanış sekanslarından bahsediyorum. Son derece zorlu bir girişle izleyeceğimiz filmin tonlarını belli eden giriş sekansı ve Antonioni’nin L’eclipse’sinin ‘aydınlıkla kör eden’ finalini anımsatan kapanış sekansı.

Kaplanoğlu Süt’le beraber anlatım dili güçlü bir yönetmen olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Top Gibi Geri Sekemeyenler

Orijinal Adı: Der Knochenmann {The Bone Man – Kemik Adam – 2009}
Yönetmen: Wolfgang Murnberger



Tarih yeniden tekerrür etti. Üstelik modern zamanlardan ya da cinsel ilişkilerden veya küresel ısınmadan dolayı değil. Bizzat aşkın kendisinden dolayı. Eğer aşk olmasa, bunların hiçbiri olmazdı. Bunlar benim değil, 19 yıl dedektiflik yapmış haciz memuru Brenner’in düşünceleri.

Brenner’ın maceraları burada başlamıyor aslında. Wolf Haas’ın Brenner adlı karakteri merkezine koyduğu romandan uyarlanan, üçüncü film bu. Devamı gelir mi bilemeyiz ancak kendi eserini bizzat senaryoya uyarlayan Wolf Haas’ın aynı zamanda ne kadar güçlü bir senarist olduğunu belirtmek gerek. Zira The Bone Man’in başarısını büyük oranda senaryoya borçlu olduğunu unutmamak lazım. Zehir gibi komik ve çarpıcı diyaloglar ve her anı sürprizlerle dolu bir senaryoya sahip The Bone Man.

Sigara ve bira içmeye bayılan bir zamanların dedektifi Brenner kendi deyimiyle asık suratlardan sıkıldığından tahsildarlık yapmaktadır. Türdeş filmlerde dedektiflerin bol bol tükettiği sigarayı ağız tadıyla içemez Brenner. Kapalı olan hemen her yerde sigara yasağından ve ağız tadıyla sigara içemediğinden belki bırakmıştır mesleği, kim bilir?:))

Kadın avcısı işvereni Berti önceki filmlerde olduğu gibi Brenner’a yeni görevini verir. Horvath adındaki bir ressamın limon sarısı aracını alıp gelecek böylece iş bitecektir. Bunun üzerine Brenner kalkıp Horvath’ı bulmak içinkarla kaplı bir kasabaya gider. Horvath’ı bulmak o kadar kolay değildir. Bunun üzerine Brenner otel ve tavuk restoranı karışımı tuhaf bir yerde bir süre kalmaya karar verir. Brenner’ın burada kalma sebebi gerçekten de Horvath’ı bulmak için midir yoksa kiralık araca zarar vermesinden mi? Belki ikisinden de değil, belki de sebebi aşktır!


Babanın ‘’patron’’, oğlun da ‘’çalışan’’ olarak beraber işlettikleri bu tuhaf mekan filmin ağırlık merkezidir. Zemin katta her şey normaldir. Gündelik hayatın tuhaflıklarıyla yaşam devam etmektedir. Bodrum katı ise korku filmlerini aratmaz. Kesik parmaklar, öğütülen kemikler ve derisi yüzülmüş etlerle filmin karanlık noktalarını temsil eder. Para ve iktidar için yapılan her şeyin mubah olduğu, zemin katın görünmeyen yüzü. Üst katlarda ise cinsellik konuşulur, sevişilir ve uyulur. Bu tuhaf mekanın üç katı filmin genel konsepti olan gündelik hayatın tuhaflıklarını, karanlık noktalarını ve cinselliği daha çıplak gözlerle görülmesini sağlıyor.

Para ve iktidar uğruna birbirini izleyen tuhaf ve talihsiz olaylar dizisi ve zekice yazılmış diyaloglar Coen Kardeşler’in filmlerini anımsatıyor. Yasak aşklar, seri cinayetler ve hatta yamyamlığa kadar varan çeşitli sürprizler bütün film boyunca hiç bitmiyor ve durmadan şaşırtıyor. Hele finaline doğru iyice içinden çıkılmaz hale gelen ve bana ‘’Some Like it Hot’’ın meşhur ‘’Hiçkimse kusursuz değildir.’’ sloganını hatırlatan olaylar dizisi bir kördüğüm gibi birbirine bağlanıyor.

Neden kemik adam? Çünkü her an kırılmaya müsait kemiklerden oluşmasak, örneğin bir lastikten olsak ve yere düşsek bile bir top gibi geri sekerdik. Lastikten değiliz, ne yazık!

Brenner’ın üçüncü macerasını alnının akıyla sinemaya uyarlayan Wolfgang Murnberger bizi Avusturya’nın karla kaplı dağ köyüne götürüp bir bardak fıçı bira ikram ediyor. Üstelik yanında ‘’Life is Life’’ şarkısı da bedava! Yalnız ne kadar lezzetli olursa olsun etli yemeklerden yenilmemesi tavsiye edilir:))

Pauli : Merhaba. Bir suç duyurusunda bulunmak istiyorum.

Polis: Aracını park ettiğin park yeri bize ait.

Pauli: Babam birini öldürdü.

Polis: Hâlâ o park yeri bize ait.:))