Yönetmen: Reha Erdem

Sisli puslu hayatın içinde varolmak/varolmaya çalışmak, başlı başına zahmetli bir şey. Hele ki bu sisli hayatın akışında büyümek/büyümeye çalışmak çok daha zor. İlk filmi A Ay’da ergenlik dönemindeki Yekta’nın yarı düşsel yolculuğunu şiirsel bir üslupla anlatarak harikalar yaratan Erdem, bir önceki filmi Beş Vakit’te kamerasını adına dünya dedikleri garip bir gezegenin sırtını yüksek kayalıklara dayamış, yüzünü yüce bir denize dönmüş küçük bir köyünde yaşayan Ömer, Yakup ve Yıldız’ın varolma sancılarına çevirmişti. Beş Vakit’te Yıldız’ı canlandıran Elit İşcan’la yola devam eden Erdem, bu defa çok daha sert, hazmedilmesi kolay olmayan bir öyküyle çıkıyor seyircisinin karşısına.
Hazmedilmesi kolay değil, çünkü Hayat’ın varolma çabaları, hızla dönen bir dönme dolabı takip etmek kadar zor. O da çok umursamıyor zaten. Hatta vazgeçmiş dönme dolabın peşinden koşmaktan. Kendini o hızın akışına bırakmış çaresizce. Erdem’in her daim hayranlık beslediğini dile getirdiği Tsai Ming Liang’ın filmlerindeki karakterlerin varolma çabalarının her defasında yenilgiyle sonuçlanması neticesinde çaresizce ağlamaları gibi, Hayat da ağlıyor bazen.

Henüz 13’ünde, yok 14’ünde olan Hayat bir taraftan okula gitmekte, diğer taraftan yatalak dedesine bakmaktadır. Sözde balıkçılık yapan babası ve yatalak dedesiyle boğaza bakan bir gecekonduda yaşamaktadır. Babasının her türlü yasadışı faaliyetleri sonucunda bazen hayat kadınları, bazen canı yanmış bir şekilde babasını arayan genç ve daha birçok davetli-davetsiz konuk bu boğazın kıyısındaki ahşap evi ziyaret etmektedir. Babasını askerdeyken bırakıp bir polisle kendine bir başka hayat kuran anne belki Hayat için tek umuttur. Ne var ki, üvey ‘erkek’ kardeşi Hayat’ın buradaki kapısını da kapatmıştır. Erkeklerin egemen olduğu toplumda, ‘çocuk’ olamadan ‘kadın’ olmak zorunda kalan Hayat kimsenin umurunda bile değildir.
Varlığı dahi belli olmayan, sadece kendisini istismar etmek isteyenler için orada olan Hayat umursamaktan vazgeçmiş. Olup biten hiçbir şeyi umursamıyor. Hatta kendisini kullanmak isteyenlere karşılık, kendisi de iyi niyetli sayılmaz. Ancak onun bu kötü niyetleri sonucundaki kazanımları görünürdekinin –gofret, para gibi- aksine varlığını hissettirmedir. Ne gofreti ne de parayı umursamamakta. Zaten gofretleri tutup sınıftaki arkadaşlarına dağıtıyor. Bu şekilde sınıftaki varlığını da ispatlamaya çalışıyor. Her defasında öğretmenin, yani sınıftaki otoritenin kendisini cezalandırmasıyla karşılaşsa da, bundan şikayetçi sayılmaz. Yine masa üzerinde duran tabancayı ‘baba modeli’ne doğrulttuğunda annenin verdiği tepki her ne kadar acı verici olsa da, zevk veren bir acıya dönüşmekte. Çünkü orada olduğunu ancak bu şekilde; yahut oğlunun büyük bir delikanlı olduğunda birçok kızın canını yakacağı beklentisiyle övünen babanın dikkatini ancak bacaklarını açarak çekmekte.

Beş Vakit’in Yıldız’ını andırıyor bir bakıma Hayat. Ergenliğe geçişteki sancılı dönemde ebeveynlerinin kendisine bakış açısıyla çocuk yaşta büyük sorumluluklar altında ezilmeye başlayan Yıldız da tıpkı Hayat gibi okuldan arta kalan zamanlarda kardeşine bakmakla görevlendirilmişti. Şimdi ergenliğe adım atmış, kadın olduğunu öğrenmiş bir karakter var karşımızda. Hem de suratında bir tokat gibi patlayarak, bu gerçeği kabullenmeye başlıyor. Ancak bir türlü anlam veremiyor. Herkesin bir şekilde diğerini kullandığı, güçlünün zayıfı ezdiği, kötülüğün hüküm sürdüğü kısır döngüde saplanıp kalmış, çırpınıp duran, tepkisiz kalmış ve bu kısır döngü içerisinde kendi kötü niyetleriyle sisin ardından sürüklenip duruyor.
İçinde bulunduğumuz sahnede olacakları tam olarak kestiremediğimiz bir film var karşımızda. Aslında bu daha çok karakterlerin olaya bakış açısının değişmesinden kaynaklanıyor. Hangi karakterin, hangi durumda nasıl bir tepki vereceğini kestirmek güçleşiyor. Bir süre sonra kendimizi olayın akışına bırakıveriyoruz. Neticede filmdeki herkes, fırsatını buldukça karşısındakini kullanıyor ve filmimizin kahramanı, ya da anti-kahramanı Hayat da dahil buna. İşte bu yüzden Hayat’ın tamirci çırağıyla, dedesiyle, ya da filmdeki diğer karakterlerle olan ilişkisini kestirmek hayli güç.
Filmin tedirgin edici atmosferi elbette yalnız karakterlerin halet-i ruhiyelerinden kaynaklanmamakta. Filmin belki de en önemli kozu, Türk sinemasında bir eşine daha rastlamanın mümkün olmadığı ses kurgusudur. Senaryoyu yazıp, kurguyu yapmakla kalmayıp ses tasarımını da yapan Erdem, tertemiz, pırıl pırıl ses kuşağına imza atmış, sesi adeta filmdeki bir karakter gibi kullanmış. Kadrajın içindekiler ve ses birbirinden bağımsız akıyor. Sese kulak vererek, kadraja bakıyoruz ve olup biteni tarifi zor bir anlatım gücüyle hissediyor, durmadan tedirgin oluyoruz. Hayat’ın karşısındakilere tepkisiz bakışları arasındaki mırıldanmaları, cam kırıkları, vapur sesleri, uçak sesleri, siren sesleri, futbol fanatiklerinin marşları ve elbette Hayat’ın bir süre sonra sinir bozan, kaldırıp denize atma isteği uyandıran oyuncak bebeğinin şarkısı. Ayrıca Erdem filmde olup biten her şeye o anı göstererek, seyirciyi ortak etmiyor. Bunun yerine gerçekleşmiş olayı sadece o mükemmel resimleriyle ve güçlü sesiyle olup-bitmiş gibi hissettiriyor. Biz en kötüsünü düşünmeye başlıyoruz ve bu bizi fazlasıyla rahatsız etmeye başlıyor ve hazmetmesi güçleşiyor.
Kaç Para Kaç’tan beridir Erdem’le çalışan görüntü yönetmeni Florent Herry yine harikalar yaratmış. Taner Birsel, Bülent Emin Yarar gibi yönetmenin fetiş oyuncularını filmde göremedim. Ali Düşenkalkar’ı lunapark görevlisi olarak dahi görmek mutlu etti beni. Elit İşcan’ı da artık yönetmenin bütün filmlerindeki görmeyi diliyorum. Zira Hayat’a verdiği hayat inanılır gibi değil. Bakışlarıyla karakterin içinde bulunduğu boşluğu o kadar iyi anlatıyor ki. Elbette bunda da yine Erdem’in oyuncu yönetimindeki başarısının payı büyük. Yine de bu yaşta göstermiş olduğu performansın unutulmayacağını tahmin ediyorum.

Bir önceki filmi Beş Vakit’te Estonya’lı besteci Arvo Part’ın müziklerini kullanan ve müzisyenin bütün diskografisini edinip, büyük bir zevkle dinlememize vesile olan yönetmen bu filminde Orhan Gencebay ağırlıkta olmak üzere, Mine Koşan, Neşe Karaböcek, Belkıs Özener gibi müzisyenlerin şarkılarını kullanmış. Filmin arabesk koktuğundan şikayet edenler Paris’te büyüdüler herhalde. İstanbul’un boğaza bakan mekanında yaşayan, nefes alan bu öyküyle harikulade bir uyum içerisinde müzik. Hele kameranın devinimiyle kendimizden geçtiğimiz, adeta hayata meydan okuyan, nefes aldığımızı hissettiren muhteşem finaliyle gelen ‘Dert Bende’ şarkısı ne de güzel durmuş filmde. Güçlü, benzersiz bir film izlemiş olmanın verdiği zevkle kalkıyoruz filmin başından. Sonrasında aklımız takılıyor, fikrimiz takılıyor hem Hayat’a, hem de hayata…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder