Yönetmen: Mong-Hong Chung

Küçük bir işinizi görmek için aracınızı park ediyorsunuz. Döndüğünüzde ikili sıra halinde, aracınızın önüne park etmiş başka araçlar yüzünden oradan çıkamıyorsunuz. İçinde bulunduğunuz mekan ve bu mekandaki birbirinden garip insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyorsunuz. Tam da korku filmlerine uygun bir konu. Zaten tek kollu berberin tuvaleti ve tuvaletteki lavaboda duran balık kafası da korku filmlerindeki mekanları aratmayan cinsten. Ne var ki Chen Mo’nun balık kafasıyla yaşadığı o trajikomik durumlar filmin geneline yansır. Böylece bir korku filmine yakışır konu yer yer dramatik öğeler taşıyan, harikulade bir öyküye dönüşür.
Farklı ırkların, kültürlerin buluştuğu Tayvan’ın başkenti Taipei’deyiz. Çin’den yoksulluktan dolayı buraya gelmiş, fahişelik yapıp geleceğine umutla bakmaya çalışan, umutları tükenmiş güzel bir kadın; tekdüze hayatını değiştirmek adına verdiği kararlar neticesinde borç batağına girmiş, başı mafyayla belaya giren terzi; doğum yapmış karısının hastane masraflarını karşılamak için çocuk kaçırmaya kalkışan bir babadan geriye kalmış küçük bir kız çocuğu; fiziksel olarak kendinden zayıf olan kadınları kullanarak hayatlarını kazanmaya çalışan pezevenkler; ruh hastası cinsel sapkın insanlar ve daha nice farklı insanların, farklı etnik kökenlerin bir araya getirdiği bir garip şehir.

Günlerden anneler günü… Elbetteki bu günün anlamı filmin içerisindeki karakterler için hayli önemli. Hiçbir zaman anne olamayacağını öğrenen karısıyla arası açılan Chen Mo pasta almak için dükkana girdiğinde, kadın kendisine pastayı anneler günü için mi aldığını soruyor. Beri yandan annesi kendisini doğururken ölmüş küçük bir kız çocuğu ve karısını kurtarmak için kendini feda eden bir babanın gözleri görmeyen, ancak elleriyle hisseden annesi. Chen Mo garip bir biçimde bu mekanda hapsolmuştur. Kaplanoğlu’nun Yumurta’sında her defasında kasabadan çekip gitmeye kalkan, fakat her defasında bir engelle karşılaşan Yusuf gibi Chen Mo bir türlü aracına binip, çekip gidemez. Birbirinden tamamen bağımsız bu insanlarla zorunlu olarak tanışmak zorunda kalır ve bu zorunlu kesişme kendi hayatında da büyük bir değişime yol açacaktır.
Zaman zaman flashbacklerle karakterlerimizin geçmişine göz atmamızı sağlayan filmin kurgusu, aynı zamanda karakterlerimizi daha doğru bir biçimde analiz etmemize yardımcı oluyor. Bu flashbackler, işten çıkarma tazminatının sarılı olduğu gazete parçasındaki gibi küçük ayrıntılarla daha lezzetli hale geliyor. Öykünün akışı içerisinde karakterler üstünkörü bir biçimde seyircide nefret duygusu oluşturabilecek şekilde irdelenmiyor, yahut başka karakterleri sempatik kılmak amacıyla çırpınmıyor film. Aksine filmdeki en pis karakterler esprileriyle zaman zaman seyircide sempatik bir hava yaratırken, güçlü bir karakterde acıma hissi de uyandırabiliyor. İlk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen yönetmenin öyküsünü anlatırken kolay yolu seçmemesi, sonraki filmlerinde daha olgun tavırlar takınarak filmini çekeceği hissini uyandırdı bende.

Son yıllarda fazlasıyla moda olan bu tür kesişen hayatlar temalı filmlerden gına gelmişti. Hele ki yıldız oyuncu kadrosuyla vasatın ötesine geçemeyen The Air I Breathe’ten yıllar sonra, Tsai Ming Liang, Edward Yang gibi usta sinemacılarla son yıllarda fazlasıyla dikkatimizi çeken Tayvan’dan, böylesine eli ayağı düzgün bir filmin çıkması hayli mutlu etti beni. Hem, önceki filmlerden de farklı bir biçimi var filmin. Gerek öyküsüyle, gerekse üslubuyla bunu hissedebiliyoruz. An Dong ve Peng Fei’nin özellikle tuvalet sahnesindeki trajikomikliği destekleyen müziği ve kapanış jeneriğindeki harikulade şarkıları da tekrar tekrar dinlenecek cinsten. !f İstanbul’un keşif ödülünü alan filmin yönetmen Mong-hong Chung’ın ilk uzun metrajlı filmi olmasıysa, yönetmenin sonraki projelerini merakla beklememize vesile oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder