Yönetmen: Tomas Alfredson

Korku sineması içerisinde kendine özel bir yer edinen ve Nosferatu gibi, Vampyr gibi filmlerle hayatımıza giriveren vampir filmleri günümüzde değerini tamamen yitirmişti. Özellikle de teknolojinin gelişmesiyle beraber bu tür, tamamen özel efektlere sırtını dayamış, gerek öyküsü gerekse biçimi bakımından hep zayıf kalmıştı. İsveçli yönetmen Tomas Alfredson’ın geçen yıl çektiği Let the Right One In bu türü yeniden hayata geçirecek, hatta bu tür içerisinde kendine çok özel bir yer bulacak, ender güzellikte duygu yüklü bir dram.
The Sixth Sense’in Cole’u gibi ebeveynleri ayrı yaşayan Oskar içine kapanık 12 yaşında, şiddet içerikli olaylara meraklı bir çocuktur. Ancak şiddete olan merakı, sadece gazetelerde çıkan şiddet içerikli haberleri toplamasıyla sınırlıdır. Esasında içten içe biriktirdiği nefret duygusuyla (ki bu duyguların yine ebeveynlerin ayrı yaşamasıyla ilişkili olduğunu düşünebiliriz) şiddete meyilli olduğunu, gerek büyük bir ilgiyle takip ettiği şiddet içerikli haberlerden, gerekse Taxi Driver’ın Trives Bickle’ı gibi elindeki bıçakla kendi kendine yaptığı provalardan anlamak çok da zor değil. Ancak kendisini harekete geçirecek hiçbir cesareti yoktur. Bu nedenle okuldaki çocuklar tarafından sürekli şiddete maruz kalır. Ne kadar şiddete maruz kalırsa kalsın, Oskar tıpkı İncil’de yazıldığı gibi, kendisine tokat atana öteki yanağını çevirebilecek kadar şiddeti içerisine hapsetmiştir. Babasıyla beraber yan daireye taşınan Eli, Oskar’ın hayatının geri kalanında büyük bir rol oynayacaktır.

Oskar, Eli’ye ‘’Ben insanları öldürmem.’’ Dediğinde, Eli kendisine şu cevabı veriyor: ‘’Eğer yapabilseydin, hoşuna giderdi.’’ Yani Oskar’ın İncil’deki gibi şiddete karşılık vermemesi, onun iyi bir insan olmasından değil, sadece harekete geçecek cesaretinin olamamasından kaynaklanıyor. İlk defa şiddete karşılık verdiği sahneyi hatırlayacak olursanız eğer, kendisinin bu eylemin ardından nasıl da rahatladığını, hatta bundan sapıkça bir şekilde zevk aldığını yüz ifadesinden anlayabilirsiniz. Üstelik de bu eylemi, yine kendisine karşılık vermesi gerektiğini söyleyen Eli’nin öldürdüğü adamın cesedini ortadan kaldırmak için kullanan babasına ait olan bir sopa olması da oldukça manidardır. Sahi Eli neden birilerini öldürmektedir? Bu sorunun yanıtını da yine Eli’nin yarım kalmış cevabından alalım: ‘’Eğer yapabilseydin, hoşuna giderdi. İntikam almak için, değil mi? Ben mecbur olduğum için yapıyorum.’’ İntikamın doğal dürtüsüyle yanıp tutuşan Oskar’ın bir sopayla karşısındakini hastanelik etmesinin, ya da Oskar’ı yine havuzda sıkıştırıp intikam almaya çalışan çetenin aksine, Eli sadece bunu mecbur olduğu için yapmaktadır. Köprü altındaki cinayetin ardından cesedin ters dönen boynunu çevirip, pişmanlık içerisinde ağladığı sahne de bu mecburi eylemin her defasında Eli’den neleri alıp götürdüğünü düşündürtüyor bizlere. Neyse ki bu eylemi kendisi için yapacak ve başkalarının hayatını alarak sevgili babası vardır.

Ebeveynleri ayrı yaşayan Oskar’ın anne ile olan iletişimi de, yine okuldaki arkadaşlarıyla olduğu gibi oldukça zayıftır. Arkadaşlarından yediği dayakla oluşan yüzündeki çizgilerin sebebini annesine, taşa takılıp düştüğünü söylerken; henüz tanıştığı Eli’ye gerçekleri anlatıyor. Nihayet gerçekten iletişim kurabileceği biri çıkmıştır karşısına. Öyle ki, aralarındaki duvar bile onların iletişimine engel olamayacak, kendilerinin anlayabileceği bir çeşit dille aralarındaki duvarın ardından birbirileriyle harikulade bir biçimde iletişim kuracaklardır.
Evet, özellikle de Oskar’ın öyküsü tıpkı elephant gibi, şiddet dürtüsü hakkında birçok ipucu veriyor bize. Ancak yine de bildik vampir filmlerinin kalıplarının çok da fazla dışında değildir aslında filmimiz. Düz duvara tırmanma, gün ışığından korkma (hatta yanma), yaşlanmama gibi daha birçok vampir filmlerine özgü kurallar burada da geçerli. Üstelik bu olayların gerçekleştiği sahneler de yine son derece başarılı bir biçimde çekilmiş. Ancak kalbi kırıldığında yüzü gözü kana bulanan vampirlere de hiç alışık değiliz doğrusu. İşin ilginç tarafı tüyler ürperten bu sahnede gerilimin dozajı belki de en üst seviyeye tırmanırken, beri yandan kalp atışlarının en yüksek seviyede atmasının sebebi daha çok bu sahnenin fazlasıyla duygu yüklü olmasından kaynaklanır.

Yılın en başarılı filmlerinden biri olan bu sürpriz yapımın bir de Amerikan versiyonu çekilecekmiş. Oysa yukarıda ilk paragrafta da değindiğim gibi, bu filmin vampir filmlerine yepyeni bir soluk getirmesinin sebebi güçlü öyküsünden ve daha çok bu öykünün çekim biçiminden kaynaklanıyor. Ne kadar görsel efekt, ya da ne kadar daha büyük bir bütçeyle çekilirse çekilsin, bizi koltuklarımıza yapıştıran finaldeki havuzlu sahneyi çekebilmelerine imkan yoktur. John Ajvide Lindqvist, yine aynı adı taşıyan romanını o kadar iyi senaryoya uyarlamıştır ki, Eli’nin sürekli ‘’bir kız olmasaydım, beni yine sever miydin?’’ derken neyi kastettiğini; Eli’nin babasının neden Eli’yi Oskar’dan kıskandığının cevaplarını aldıkça bir değil, birden çok dokunaklı ve fedakar aşk öyküsünün de tadına varmış oluyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder