14 Şubat 2009 Cumartesi

Düşler ve Kabuslar

Orijinal Adı: Revolutionary Road
Yönetmen: Sam Mendes


İlk filmi Amerikan Beauty ile mutluymuş gibi yaşayan, tekdüze hayatın içten içe kemirdiği Amerikan toplumunun aile yapısını masaya yatırarak büyük bir beğeni kazanan Sam Mendes, yine son filmiyle banliyö hayatının kapkaranlık gerçekleriyle baş başa bırakıyor seyircisini. Üstelik Titanic’ten yıllar sonra Leonardo Di Caprio ve Kate Winslet’i de bir araya getirip, aynı ikiliden harikulade performanslar çıkararak…

Filmin öyküsü 1950’ler Amerika’sında, yani bir başka deyişle ciddi bir toplumsal değişim sürecinde geçmekte. Bu toplumsal değişim süreci elbette karakterlerin üzerinde de etkili olacak, bireysel boşluklar ve çözümsüzlük süreci beraberinde pek de mutlu ol(a)mayan insanların, hayatlarına devam etmek için mutluymuş gibi davranmalarına sebep olacaktır. O halde bu filmi genelde bu süreci yaşayan toplumun, özelde ise çalıştığı işten memnun olmayan ve hatta bu konuda konuşmak bile istemeyen Frank (Leonardo DiCaprio) ve aktris olmak isteyip bu konuda başarısız olan April (Kate Winslet) çifti üzerinden değerlendirmek, öykümüzü daha doğru bir biçimde inceleyebilmemiz konusunda bize yardımcı olacaktır.

Kendilerini tıpkı Amerikan Beauty’nin Lester’ı gibi monoton hayatın etkisiyle kıskıvrak kapana kısılmış bir biçimde hisseden Frank ve April çifti mutluymuş ve hiç sorun yokmuş gibi yaşarlar. Sessiz ve sakin bir yerde Revolutionary Yolu üzerinde şirin bir evleri ve tatlı çocukları vardır. Huzur verici mekan ve mükemmel görüntü ve ışık yönetmenliğiyle yaratılmış kapkaranlık atmosfer arasındaki çelişki; genelde bu hastalıklı toplumun, özelde ise çiftimizin kendi içlerinde yaşadıkları çelişkinin ifadesi gibidir. Tıpkı girişte April’in oynadığı tiyatro oyununu oynar gibi, rol yaparak ve yine tıpkı April gibi bu sahnedeki rolünü çok da iyi oynayamayıp, gerçekler su yüzüne çıktığında birbirilerinin duygularını incitebilecek kadar zarar verebiliyorlar. Sonrasında ise hiçbir şey olmamış gibi, üç maymunu oynayıp birbirilerine iltifat edip, bu çekilmez hayata devam ediyorlar.

Oysa hayallerle mutlu olabilmek de mümkündür. Hele bu hayallerin peşinde koşmak, bu sıkıcı ve tekdüze hayattan kurtulmak için tek umuttur. Frank ve April çifti de öyle yapacak, hayallerinin peşinde koşacaktır. Onları boğan bu huzur dolu evi, karınlarını doyurdukları işi, kısacası onları onlar yapan her şeyi geride bırakıp, Frank’in sıkça bahsini ettiği Paris’e gideceklerdir. Bu karar onlar için adeta bir devrim niteliğindedir. Yeniden hayata dönmüşlerdir adeta. Bu devrim yolunda emin adımlarla ilerleyen çiftimiz, bu kararla beraber hayatlarında bazı şeylerin değiştiğini fark edecektir. Öyle ki Frank işini bırakmanın rahatlığıyla, farkında olmadan atılımlar yapacak, hatta terfi bile alacaktır. Ancak şimdi kaybedecek daha fazla şeyleri vardır. Üstelik bu fikir, bu devrimci yol topluma o kadar yabancıdır ki…Ancak bir deli böyle bir karar verebilir. Helen’ın (Çok beğendiğim Kathy Bates) psikiyatrik tedavi gören oğlu John (Bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında aday olan Michael Shannon) dışında, onları bu devrimci yolda kimse desteklemeyecektir. Hastalıklı bir toplum içerisinde, sunulanla yetinmeyip sınırları aşmaya çalışmak, mutlu olmaya çalışmanın adı ‘’deli’’liktir. Üstelik şimdi kaybedecek çok daha fazla şeyleri vardır. Şimdi bahanelerin ardına saklanıp bu ‘’deli’’ce fikirden vazgeçip, sahte hayata, maskeli baloya devam etmenin vaktidir. Ancak o devrimci yolu görüp, yeniden kabuğun içine saklanmanın bedeli çok büyük olacaktır.

Oscar adaylıklarında şanslı olmasa da (sadece teknik dallarda aday olabildi), oscar adayı birçok filmden daha başarılı, daha derin içerikli bir film var karşımızda. Karakterlerin çırpındıkları hayattan bir kaçış yolu ararken, birbirilerini aldatmalarıyla, sonrasındaki pişmanlıklarıyla Todd Field’in Little Children’ını hatırlatsa da onun kadar etkileyici bir dil kullanamayan yapım; gerek Sam Mendes’in filmografisine, gerekse Leonardo Di Caprio ve Kate Winslet’in filmografisine artı kazandıracak değerde bir film.

Hiç yorum yok: