Yönetmen: Erden Kıral
”Kafka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandıramadı. (Ya da hiç girmedin onun düşlerine.)
Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde
En korkunç kitabının konusu sen olurdun.
Tolstoy bilseydi seni
Soyluluğundan bin beter utanırdı.
Ve kim bilir belki yazarlığından
-şimdi benim utandığım gibi-.
Avvakkum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,
Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir,
Senin mağaralarında yaşardı.
Dostoyevski sürülseydi sana
Yer Üstünden Notlar’ı yazardı
Ya da Suç ve Suç’u.”
kitaptan…


Yukarıdaki başlıkta yer alan ‘’o’’ya dilediğiniz anlamları yüklemekte özgürsünüz. Yanına başka harfler getirip sözcükler, hatta cümleler oluşturabilirsiniz. Bir sıfat olarak düşünebilirsiniz ‘’o’’yu, ya da üçüncü tekil şahıs zamiri… Sıfır mı yoksa? Belki bir geometrik biçim… Dünyayı simgeliyor belki de… Şayet ‘’o’’ dünyayı simgeliyorsa eğer, filmimizin öyküsünün, dünyanın en uzak yerinde; Tanrı’nın bile unuttuğu bir dağ köyünde geçtiğini belirtmekte fayda var.
Tanrı bu dağları yaratırken dağlar ağlamış, hem de çok ağlamış. Bize kim bakacak demiş. Bu kadar karlı, bu kadar ıssız dağlara kim gelir; kim bakar bu dağlara? Çaresiz insanların yaşadığı bu karlı dağların etekleri bir gün bir yabancının uzaklardan gelişine tanıklık eder. Hem de çok uzaklardan…Medeniyetin dünyasından çıkıp, bu dağların yalnızlığını paylaşan bir gurup çaresiz yabancının köyüne gelir. Yabancıların arasındaki bir yabancıdır ‘’o’’. Belki de başlıkta geçen ‘’o’’, bu yabancıyı ifade eden üçüncü tekil şahıs zamiridir. Peki ‘’o’’ buralara neden geldi. Kendi isteğiyle mi? Evet, cehennem sayılmaz belki ama, cenneten çok uzak bir yerlerde olduğu aşikar olan bu dağlara kim kendi isteğiyle gelir ki? Yoksa bir sürgün mü? Yolunu kaybeden bir denizci belki?
Filmin uyarlandığı kitapta öğretmenin daha önce denizci olduğuna dair daha fazla ipucu olsa da, filmde sadece birkaç replikten ve öğretmenin evine astığı tablodan bu kanıya varabiliyoruz. Ancak kitapta okuyucu, gerçekliğin bütün çıplaklığıyla sarsılırken, kimi tasvirlerle sürrealizmin doruklarına da varıyor. Bu durumda değerli anlatıcımızın denizciliğine dair elimizdeki ipuçları da gerçekliğini yitiriyor. Kendisi de zaten geçmişine dair hemen hiçbir şeyi hatırlamıyor. Sevgilisine mektup yazarken dahi, gerçekten bir sevgilisinin olduğundan bile emin değil.
Bugün N.B.Ceylan sinemasında sık gördüğümüz sabit planda uzaktan gelen adam modeliyle filmin girişinde karşılaşıyoruz. Yeri gelmişken, giriş (ve kapanış) sekansındaki ses kurgusundan bahsetmeden edemeyeceğim. Bir ses var kulaklarda, davul gibi durmuyor. Bir süre sonra sesin varlığını bile unutuyoruz. Yönetmen Kıral köyü öylesine tasvir ediyor ki, bir süre sonra sesin varlığı yitip gidiyor. Sonrasında sesin çıktığı yerle karşılaşıp rahatlıyoruz.


Alaaddin: Hoca benim kardeş hastadır çoooğ.
Öğretmen: Nesi var?
Alaaddin: Ateşi var. Çoooğ.
Öğretmen: Dur sana bir ilaç vereyim.
Alaaddin: İlaç istemez hoca…..Sen ona bi purtakal ver..Purtakal yememiştir hiç.
filmden…
Japonca ve Çince dahil çeşitli dünya dillerine çevrilen ‘’O / Hakkâri’de Bir Mevsim’’ adlı roman, gücünü anlatı ustalığından alıyor. Ferit Edgü’nün kendi anılarından yola çıkarak yazdığı bu otobiyografik roman, hem alabildiğine gerçekçi, hem de şaşırtıcı derecede sürrealisttir. Okuru alıp Hak. Kentinin mistik dağının eteklerine götürüp, bir dilim yufka ekmeği, otlu peynir ve çay ikram eder. Böylesine bir romanın filme aktarılması bile başlı başına cesaret ister. Ancak söz konusu usta yönetmen Erden Kıral olunca bu işin altından kalkmak çok da zor olmuyor. ‘Yusuf ile Kenan’ ve ‘Hazal’ gibi filmlerin senaristi, sıra dışı yazarımız Onat Kutlar (Saygıyla anıyoruz.) kitabı uyarlarken birtakım detayları gözden çıkarmak zorunda kalmış. Bunu doğal karşılamak gerek, zira filmin çekildiği dönemi düşünüp, bu haliyle bile filmin sansür kuruluna takıldığını, tam beş yıl boyunca ülkemizde yasaklandığını unutmamalıyız.
Yol gibi, Güneşe Yolculuk gibi Doğu’ya ve Kürt Sorununa dair birçok başarılı film çekildiyse de, bu film çok daha ayrı bir yerde duruyor. Bu film Kürt Sorunu ile ilgili değil aslında. Bu film daha çok henüz ‘sorun’ olarak bile görülmemiş, unutulmuş, yok sayılmış; yani ‘sorun’ haline gelmesine sebep olan yaralar hakkında. Sonrası patlayan silahlar, düşen bombalar, sönen ocaklar ve bu durumdan kâr sağlayanlar…


Bütün bunları oldukça yalın ve şiirsel bir üslupla anlatıyor film. Köy evleri, yaşayış biçimleri, yöreye ait ezgilerle karışan düğünleri, kılık kıyafetleri, çok iyi tasarlanmış. Rüzgarın uğultusundan, köpek seslerinden başka bir şey duymak imkansız. İçeriye dışarıdan birinin gözleriyle bakıyor film. Ancak bir çeşit acıma duygusuyla, ya da bu durumu kullanırcasına değil. Öğretmenin henüz çaresizliği, yokluğu dahi tanıyamadan ölen bebeler için ağlaması, öğretmenin acıma duygusundan ziyade, kendi iç korkularıyla hesaplaşması olarak tasvir ediliyor. Bu kadar cesur ve samimi bir film yani. Bebeleri kurtarmak için çırpınıp durur. Yazar valiliğe, yazar bakanlığa, ne yazar? ‘Toktor yok!’, ‘Ölüm var!’.’Hastalık var!’, ‘Purtakal yok!’.
Genco Erkal’ın muhteşem bir şekilde canlandırdığı öğretmenin sürgün günlerinin sonu gelmiştir. Öyle ya sürgünlüğün, hastalığın, mahpusluğun da bir sonu vardır. Macit Koper’in hayat verdiği müfettiş köye gelip bu müjdeyi öğretmene verdiğinde öylesine duygu yüklü, öylesine anlamlı bir sahne ortaya çıkar ki…
”Hadi çocuklar, dersimiz oyun. Dışarı çıkalım. Hep birlikte bir kardan adam yapalım. Burnuna koyacağımız havuç yok, ama bir tezek parçası koyarız. Göz olarak koyacağımız kara zeytinimiz yok, ne yapalım biz de gözlerini oyarız. Eline vereceğimiz süpürge yok, ama bir çifte veririz. Dergilerdeki kardan adamlara benzemeyecek ama, aldırmayın, bizim kardan adamımız da böyle olur, deriz soranlara. Soran Olursa… ”
kitaptan…


Geçen yıl Altın Palmiye’yi kucaklayan ‘Sınıf’ı izleyenler hatırlayacaklardır o harikulade sahneyi. Yıl sonu gelmiştir ve derslik boşalır. Bir kızımız öğretmene yaklaşarak ‘’Ben hiçbir şey öğrenmedim der.’’Öğretmen şaşkınlık içerisinde yanıtlar ‘’Herkes bir şeyler öğrenmiştir. Şu an farkında olmasan da muhakkak bir şeyler öğrenmişsindir.’’Kız bu defa daha kendinden emin bir tavır takınarak sözlerini yineler.’’Anlamadınız. Sanırım benden başka herkes bir şeyler öğrenmiş, ancak ben hiçbir şey öğrenemedim. Hem de hiçbir şey!’’işte bu sahnede öğretmenimizin yüz ifadesinden ve vurgularından problemin kızdan değil, bizzat eğitim sisteminin kendisinden kaynaklandığını bile bile kızı inanmadığı bir şeye inandırmaya çalıştığını anlarız. Hakkâri’de Bir Mevsim’in son dersinde ise öğretmen, yine aynı sebeplerden ötürü, çocuklardan bütün öğrendiklerini unutmalarını ister. Fransız banliyösünde bile işe yaramayan bir sistemin; yalın ayak karda dolaşıp ölmeyenler, bir kış boyu otlu peynir ve bulgur pilavı yiyenler, hastalıkları ve ölümleri alın yazısı olarak kabullenenler, dağlar arasına sıkışıp kalmış bu çaresiz çocuklar için hiçbir şey ifade etmediğini çok iyi anlamasındandır. Belki de gerçekten dünya burada, bu insanlar için dönmüyordu.
Çekildiği yıl Berlin Film Festivali’nde tam dört ödülle birden dönen bu görsel ve şiirsel ziyafet, farklı biçimiyle sinemamızın en önemli yapımlarından biri olarak yerini alıyor. Müziklerini Timur Selçuk’un bestelediği filmin güçlü oyuncu kadrosunda Şerif Sezer ve yönetmenin bir önceki filmi Bereketli topraklar Üzerinde de burada da alkışlanası bir performans sergileyen Erkan Yücel de rol alıyor. Hak. Kentinin karlı dağları arasında, Pir köyünde gözleri sürmeli adamların, parayla alınıp satılan kadınların, ölen bebelerin, çaresiz insanların arasında otlu peynir ve demli çayla bir mevsim geçirmek isteyenlere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder