23 Ekim 2008 Perşembe

Yeniden Sev Beni

Orijinal Adı: Reconstruction (2003)
Yönetmen: Christoffer Boe



Bazı filmler vardır ki, bunlar sinema sanatı için büyük bir önem taşırlar. Hele ki görme, işitme gibi sinema sanatında oldukça önemli olan kavramlar hakkında olanlar, ayrı bir ilgiyi, övgüyü hak ederler. Antonioni’nin gördüklerimiz hakkında çektiği Blow Up, Coppola’nın işittiklerimiz hakkında çektiği The Conversation bunlardan sadece birkaçıdır. Danimarkalı yönetmen Christoffer Boe’nun Cannes’da Altın Kamera ödülünü kucaklayan filmi Reconstruction da kurgusuyla bu övgüyü hak eden yapımlardan.

Her şey yaratıcı gücün kontrolü altındadır. Yukarılardan bir yerden bakar ve sonra onu seçer: Bir erkek. Sonrasında, bir kadın. İşte aşk başlıyor. Zavallı çocuklar, hepsi aşkı arıyor. Acınacak haldeler. Öykümüzün başladığı yer tam olarak burası değil. Ne fark eder ki? Hem daha önce de belirttiğim üzere, bütün güç yaratıcının ellerinde. İstediği yerden başlatıp, duraklatıp, devam ettirme özelliğine sahip. Hepsi bir film, bir kurgudan ibaret. Fakat yine de canımız yanıyor.


Oğlan kıza aşıktır. Kız da oğlana. ‘’Seni seviyorum’’ demeye ihtiyaç var mıdır? Öykümüzün başladığı yer burası da değil. Öykümüz dört kişi hakkında. Alex (Nikolaj Lie Kaas), Alex’in sevgilisi Simone (Maria Bonnevie), evli bir kadın (ya da yasak meyve) olan ve Alex’in Simone’a tercih edeceği Aimee (yine yeni yeniden Maria Bonnevie. Yani iki tarafta da aynı güzellik. Farkı şu: Birine sahipsin; diğerine değil) ve Aimee’nin kocası August. Aralarında henüz hiçbir bağ yoktur. Bir yeraltı istasyonunda yürürken, yirmi metre ötemizde yürüyen tanımadığımız bir üçüncü tekil şahısla, ilerleyen zamanlarda bir ilişki yaşayacağımızı kim tahmin edebilir ki? Ya da bir markette alışveriş yaparken, üç-beş adım ötemizde bir başka üçüncü tekil şahısla ne gibi bir ilişkimiz olabilir ki? Tıpkı bir illüzyon gibi her şey. Aslında hepsi bir film, bir kurgudan ibaret. Fakat yine de acıtıyor.

Zavallı çocuklar, hepsi aşkın peşinde. Akıp giden hayatlarında saniyelerin farkında bile değiller. Aimee, Alex’e; ‘’Eğer ben senin rüyansam, sen de benimsin’’ diyor. Fakat bu daha çok bir kabustur Alex için. Verdiği kararlar ona sahip olduğu her şeyi kaybettirirken, bir an için bile tereddüt etmemesi gereken Aimee’yle bir rüyayı (ya da kabusu…ya da kabusa dönüşecek bir rüyayı) yaşıyor/ paylaşıyor. Korkularımız, sevinçlerimiz, terk edişlerimiz, sarılmalarımız, sevişmelerimiz, tutkularımız, kıskançlıklarımız, tereddütlerimiz hayatımızın çizgisini çiziveriyor. Oysa hepsi bir film, hepsi bir kurgudan ibaret. Fakat yine de acı veriyor.

Benzer bir konuyu (yazar ve yazarın yazdıklarıyla olan ilişkisi) en son Marc Forster’ın sıra dışı anlatımıyla harikalar yarattığı Stranger Than Fiction’la izlemiştik, hatta bayılmıştık. Christoffer Boe’nun filmiyse daha derin, daha anlamlı; son dönem sinemanın en başarılı örneklerinden. Film Maria Bonnevie (iki karaktere birden hayat veriyor), Nicolas Bro (Voksne Mennesker’ın Morfar’ı ve yönetmenin sonraki filmlerinde yanından ayırmayacağı aktör) birbirinden lezzetli iki oyuncuyu da bizlere tanıtıyor. Yönetmen aynı kamera kullanımı tekniğini ve yine aşkı konu alan bir sonraki film Allegro’yla aynı başarıyı yakalayamazken; bu filmi asla hafızalardan silinmeyecektir. İşte bir erker ve bir de kadın. Biraz büyü, biraz illüzyon. Aşk başlıyor. Savaşa hazır mısınız?

Hiç yorum yok: