20 Eylül 2008 Cumartesi

Leylekler Uçarken

Orijinal Adı: Letyat zhuravli (1957){The Cranes Are Flying}
Yönetmen: Mikhail Kalatozov


Birbirini delicesine seven iki aşık…Leylekler uçarken, bütün Moskova uykudayken; onlar Moskova’nın loş sokaklarında ıslanarak, dans ederek kendilerinden geçiyorlar. Öylesine mutludurlar ki, karşılarına hiçbir engelin çıkmayacağını düşünmektedirler. Boris (Aleksey Batalov) gönüllü olarak cepheye gittiğinde, Sincap’ına (Veronika-Tatyana Samojlova) bıraktığı notta; bunun sebebini şöyle açıklayacaktır:
-Ölüm sinsice yurdumuza sokulurken rahatımıza bakarak, eskisi gibi yaşamımızı sürdüremeyiz.

Boris ve Veronika leylekler uçarken, Moskova'nın loş sokaklarında...

Veronika kendisine hiçbir ileti bırakmadan, gönüllü olarak cepheye giden nişanlısına (her ne kadar resmi olarak nişanlı olmasalar da, baba, oğlu ve Veronika’yı öyle görmektedir.) bir türlü anlam veremez. Beklediği mektup hiçbir zaman gelmez. Oysa Boris, doğum gününde canından çok sevdiği Sincap’ına veda etmeye bile kıyamamıştır. Beraber mutlu-mesut yaşayabilmenin tek yolunun Faşist Almanları temizleyip, savaşı kazanmakla mümkün olabileceğini düşünmektedir. Sincap’ına bıraktığı not ise çok geç ve çok yanlış bir zamanda ulaşacaktır Veronika’nın ellerine.

Fabrikaların kocaman bacaları sık sık kadraja sığmaya çalışır. Bu fabrikaların bacalarının tütmesi için kahraman yoldaşlar aranmaktadır. İşte bu yoldaşlardan ikisi Boris ve Stepan’dır. Yoldaş Boris kanının son damlasına kadar savaşmalıdır. Melun faşistleri bozguna uğratmalı, böylece fabrikadaki kota dolup, aşılmalıdır. İşte bu şekilde gidiyorlar cepheye yoldaşlar. Yönetmen Mikhail Kalatozov bu uğurlama sahnelerindeki, uzun tek çekimleriyle seyirciyi adeta kendinden geçiriyor.

Yönetmen, filmin her karesinde harikulade bir atmosfer yaratmış.

Siren sesleriyle beraber; insanlar korku ve panik içinde metrolarda tehlikenin geçmesini beklerler. Şehirlere bombalar yağarken her gece, Veronika bir türlü beklediği mektubu almaz ve bu gecelerin birinde Mark’ın tutkularına yenik düşer. Veronika’yı kendi evlatları gibi seven ve evini kaybettikten sonra (ki Veronika’nın evini ve ailesini kaybettiği sahne de harikulade bir biçimde çekilmiş olup, seyirciye her karesi, her anı hissettirilir.) yanlarına alan aile fertleri, sevgilisi Boris’i beklemeyip evlenmeye karar veren bu çifti anlamakta güçlük çeker. En çok da Boris’in kız kardeşi bunu asla kabullenemeyecektir. Hem sadece aile fertleri değil, Veronika da asla kendini affetmeyecektir. Hele ki Boris’in kendisine bıraktığı notu gördükten sonra intihar etmeye bile kalkışacaktır. Filmin her karesinde kendisini hissettiren kamera çalışması ve görüntü yönetimi, Veronika’nın intihar eylemini gerçekleştirmeye çalıştığı sahnede adeta doruk noktaya ulaşmış iki sahneden biridir. (Bir diğer sahne Boris’in vurulduğu sahnedir. Bu sahnede kamera hareketlerinin yanı sıra, kurgunun mükemmelliğini de şaşkınlıkla izleriz.)

Annesinin çocuğu olan, 3 yıl 3 aylık Voroshilovgrad’lı veledin adının Boris olduğunu duyunca ona bakmaya kalkıyor Veronika. Sanki hayat ona bir şans daha vermiştir. Eğer küçük Boris’e bakarsa vicdan azabından kurtulabilecektir belki. Fakat kendisini beklemeyip, bir başkasının kucağına atlayan sevgilisine küfürler yağdıran yaralı askerin gözlerinden fışkıran öfkeyi unutması mümkün değildir. Veronika asla mutluluğu yakalayamayacaktır. Leylekler uçarken Boris’le beraber kurduğu gelecek hayalleri asla gerçekleşmeyecektir. Savaş sadece evleri, mekanları değil; her bir bireyi harabeye çevirmiştir. Her bireyin içerisinde enkazlar yaratmıştır.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış Veronika ve piyanosunun tuşlarıyla siren seslerinin önüne (ya da tutkularının önüne) geçmeye çalışan Mark...

Savaş filmlerinde sıkça gördüğümüz savaş sahnelerini bu filmde çok da fazla göremiyoruz. Bu film daha çok savaş sırasında, savaşın ardında bıraktığı enkazları konu almakta. Yine de birkaç etkili savaş sahnesini görmek mümkün. Bunlardan biri de uzun tek çekimle müzisyenin vurulmasıyla başlayıp, baş döndüren kurgu numaralarıyla nihayete eren görkemli sahnedir. Nişanlısının öldüğüne bir türlü inanmayıp; ‘’elliye kadar sayabilirsem, ondan mektup alacağım’’, diyerekten umudunu hiçbir zaman yitirmek istememesi konusu bana biraz da Jeunnet’nin son harikası ‘’Un Long Dimanche de Fiancailles’’i (Kayıp Nişanlı) hatırlattı. 1958’de Altın Palmiye’yi kucaklayan film, belli ki hiçbir zaman belleklerden silinmeyecek.

1 yorum:

500595 dedi ki...

hi... tell me please from what country are you?