6 Kasım 2008 Perşembe

Bir Zamanlar...

Orijinal Adı: Once (2006)
Yönetmen: John Carney


Aradığınız etkileyici kamera hareketleri, ya da sizi kendinizden geçirecek diyaloglar, ya da Oscarlık performanslarsa eğer, bunların hiçbirini Once’da bulamazsınız. Klasik senaryo örneklerinden bile bağımsızdır filmimiz. Nitekim olayları yokuşa sürükleyecek bir kötü adamımız bile yoktur. (Belki esas kızın kocasına bu sıfatı yakıştırabiliriz; ancak kendisinin öykümüze pek de müdahale etmediğini düşünüyorum.) Kayıt stüdyosundaki adamları ilk görüşte sevmeyiz; lakin onları tanıyınca, hiç de göründükleri gibi olmadığını anlar, onlara da sempati duymaya başlarız. Ağırbaşlı görünen esas oğlanın babası bile oğluna sonuna kadar destek çıkar. Kısacası filmin giriş sekansında esas oğlanın parasını çalıp hızla koşmaya başlayan delikanlıdan tutun da esas kızın annesinin evine Fair City izlemeye gelen kapı komşularına kadar filmdeki her bir karaktere (kimilerini ilk görüşte, kimilerini tanıdıktan sonra-aslında çok da fazla derinlere inmeden-) sempati duyarız.

Peki nedir Once’ı bu denli çekici kılan? Bizi kendimizden geçiren enfes şarkıları mı? Günlük hayatta karşımıza her an çıkabilecek, birbirinden sempatik karakterleri ve bu karakterlerin günlük hayatta kullandığımız dili kullanmaları mı? İnsanın içini ısıtan sıcacık öyküsü ve haddinden fazla doğallığı mı? Yoksa bunların hepsi ve daha fazlası mı?

Sadece izlerken değil, izledikten günler, hatta haftalar sonra bile yüzümüzde kocaman bir tebessüm oluşuveriyor. Oysa her şey yolundadır Once’da. Neredeyse hiçbir şey ters gitmez. Sadece bütün film boyunca birbirileri için yaratıldıklarına inandığımız esas oğlanla esas kızın ebediyete kadar ayrılmamak üzere birleşmelerini bekler dururuz. Her şeyin yolunda gittiği bir filmden bu isteğimizi çok görmemek lazım.

Filmde gördüğümüz her şeyin gerçek olduğuna, kurmacaya dair hiçbir şeyin olmadığını da düşünürüz. Böyle düşünmemizdeki temel etken, filmdeki oyuncuların yapmacıktan uzak, doğal performansları, ya da kullanılan kamera teknikleri sanırım. Böyle düşünmemize sebep olan bir diğer etken ise öykünün kendisi. Düşünsenize, filmdeki o birbirinden leziz şarkılardan esas oğlanın yazıp söylediklerini yine kendisini canlandıran Glen Hansard yazmış ve okumuştur. Esas kız için de aynı durum söz konusu. Sanki bütün her şey oluverirken biri omzuna koyduğu kamerayla onları çekmeye başlamış da biz de bütün bunları izliyormuşuz hissiyatına kapılırız bazen. Bir not daha: Akademi üyelerinin bile görmezlikten gel(e)meyip Falling Slowly’i seslendiren Glen Hansard ve Markéta Irglová ikilisine heykelciği takdim ettikleri, Sundance Film Festivali’nin bu sürpriz filmini izlerken (ki muhakkak izleyin, hatta izlemeden evvel soundtrack albümünü de bir yerlerden temin edin. Zira filmden sonra her gün ihtiyacınız olacaktır) sesini kısmayın filmin. Bırakın esas oğlan gürleyip yıksın ortalığı.

Hiç yorum yok: